Şut ve Gol: Bir Spordan Daha Fazlası Futbol

Merhaba sevgili okurum. Blog’daki yazarlık sürecimin yavaş yavaş sonuna gelirken benden okumaya pek de alışık olmadığınız bir konu hakkında yazmak istedim: Futbol. Hazır dünyada adından söz ettiren başarılı genç futbolcumuz Arda Güler’in de büyük transferi gündemdeyken neden biz de bu tutkulu spora psikolojik açıdan bakmayalım ki? Hatta gelin futbola hem taraftar hem futbolcu gözüyle bakmaya çalışalım. Pek tabii bunu da psikolojiyle hatta spor psikolojisiyle harmanlayalım. Ayrıca olmazsa olmaz Dünya Kupası’ndan ve oldukça meşhur bir film olan Gol! filminden de bahsederek… Şimdi hadi gelin yazıya geçelim, herkese keyifli okumalar.

Futbol ve Hayatımızdaki Yeri

Futbolun ülkemizde en çok takip edilen spor olduğunu galiba rahatça söyleyebiliriz. Takımlar adına yazılan marşlar, futbolla ilgisi olmayanlar tarafından dahi tanınan futbolcular… Futbolla her birimizin uzaktan yakından bu tarz bir ilişkisi vardır. Hatta eminim her birimizin bu heyecan dolu sporu ve tuttuğu takımı çok sıkı takip eden bir tanıdığı da vardır. Yoksa da muhtemelen o tanıdık bizizdir. Açıkça paylaşmak gerekirse bundan 5-6 sene öncesine kadar o tanıdık bizzat bendim. Maçları yakından izlemek, kaybedilen maçlara öfkelenip üzülmek ve tabii kazanılan bir derbi sonrası kutlama amacıyla forma giymek… Eminim size de bu davranışlar ve duygular pek uzak gelmiyordur. Peki ama bizim futbolla nasıl bir ilişkimiz var? Acaba şarkılardaki toksik ilişkileri incelediğim bu yazıdaki gibi farkında olmadan bir toksik ilişki içinde olabilir miyiz?

Aslında kesinlikle bilimsel olmayan öznel gözlemlerime dayanarak çevremdekilerin futbolla iki uçta ilişki kurduğunu söyleyebilirim. “Kanımız tuttuğumuz takımın renginde akar” diyenler ve “Ben takım tutmuyorum, zaten futbolu da pek sevmem” diyenler. Büyük bir çoğunluk olarak da diğer sporlar için aynı şeyi yapmazken futbol takımlarını adeta bir savaşın tarafları gibi savunmaya meyilli oluyoruz. Örneğin, tuttuğumuz takım kazanınca sokağa çıkıp havaya ateş açma geleneğinde (?) olduğu gibi… Tabii bu sözde gelenek bulunmak istediğim tarafta değil. Daima kimsenin zarar görmediği gerçek bir kutlamayı tercih ederim. Gelgelelim zaman içinde kendim de bu iki uç arasında yol alırken fark ettim ki bir çeşit orta yolu bulmak mümkün olabilir.

İki Uç Arasındaki Yol

Bu bahsettiğim ortayı bulmak 2022 Dünya Kupasını izlerken aklıma gelmişti. Bildiğimiz üzere Dünya Kupası bize futbol için önemini çoktan kanıtlamış bir etkinlik. Tabii bunları da izlettiği birbirinden başarılı futbolcularıyla, turnuvaya özel stadyumlarıyla ve kendine has o görkemiyle yaptığını söyleyebiliriz. Ben de çoğu maçı izlemeye çabalıyor ve izlediğim her maç için de kendime tutacak bir takım seçmeye çalışıyordum. Sonra bunu da bıraktım ve hangi takım kaleye gitse onun için heyecanlanmaya başladım. Bu sırada bunun da en az tek bir takımı desteklemek kadar zevkli olduğunu fark ettim. Her bir maça yeni bir heyecanla başlayıp hiç tanımadığım bir futbolcuyla tanışır hale geldim. Birbirinden eşsiz tekniklerini, oyunlarını ve tabii ki gollerini izledim. İşte o sırada futbolun aslında fanatizme ihtiyaç olmadan, yalnızca bir futbolsever olarak ne denli keyif verebildiğini fark ettim.

Ama takım tutmadan maç izlemek tutarak izlemekle aynı değil ki.

Tabii ki Dünya Kupası’ndan bahsetmişken itiraf etmeliyim ki diğerlerinden daha fazla desteklediğim iki takım var. Bu iki takımın maçlarını izlerken yaşadığım heyecanı diğerlerinde tam anlamıyla hissetmemiş olabilirim. Burada da devreye başka bir mekanizmanın girdiğini fark ettim: aidiyet. Evet futbolu seviyoruz ama galiba bazen takım tutmayı daha çok seviyoruz. Çünkü sanıyorum içerisinde böyle büyük bir tutku barındıran bu spora dair bir gruba ait olmak bizlere iyi geliyor. Gözünde aynı heyecanı gördüğümüz insanlarla bu heyecanı paylaşmak yaşadığımız keyfi oldukça katlıyor. Buna kesinlikle katılıyorum. Ki zaten dolabında tuttuğu takımın birden fazla formasını bulunduran biri için buna hak vermemek kaba tabirle iki yüzlü bir hareket olurdu.

Sanıyorum bu noktada dikkat etmemiz gereken kısım “diğer” takımın taraftarlarıyla olan ilişkimizdir. Söz konusu futbolken “ezeli rekabet, ebedi dostluk” lafını çokça duymuşsunuzdur. İlginç olan bunun “ebedi düşman…” şeklinde varyasyonlarının da ortaya çıkmış olmasıydı. Burada bağlamak istediğim şey “Hepimiz kardeşiz, birbirimizi kırmayalım” düşüncesi değil aslında. Şu noktaya gelmeye çalışıyorum: Konu futbol olduğunda bütün futbolseverlerin gözleri tutku ve heyecanla parlıyor. Hatta diğer spor dallarını takip eden taraftarlar için de geçerli bu. Ancak bu tutkuyu aslında karşı tribündekilerle de paylaştığımızı unutuyor olmamız bence burada mesele. Sanıyorum “ezeli rekabet” ortama girince tıpkı Muzaffer Şerif’in yaz kampı deneyinde olduğu gibi “düşmanlık” da baş gösteriyor. Yine bu yazıda detaylarını okuyabileceğiniz söz konusu araştırmada da olduğu gibi düşmanlık beraberinde ayrımcılığı da getirebiliyor. Öyleyse sanıyorum ki bu sebeple iki uç arasında ortada kalmak bizler için adeta bir mücadele haline geliyor.

Futbolcular Bu Denklemin Neresinde?

Pek tabii biz futbol hakkında yazıp çizip konuşurken bir de bu tutkuyu bizlere yaşatanlar var. Gelin biraz da Gol! filminin de aracılığıyla konuya bu noktadan bakalım. Öncelikle Gol! filmi Santiago Muñez isimli amatör futbolcu bir gencin profesyonel bir sporcu olmaya giden yolculuğunu anlatıyor. Filmi izlerken dikkatimi oldukça çeken bir nokta olmuştu. Futbolcularla ilgili konuşulurken kendisinden “doğuştan yetenek” olarak bahsedilenleri illaki duymuşsunuzdur. Yeteneğin bir spor dalı için önemini yadsıyamayız. Ancak iş profesyonelliğe gelince daha önemli noktalar da olabilir.

Şimdi burada ibreyi biraz spor psikolojisine yöneltmek istiyorum. Burada, dikkatimi çeken bir noktadan bahsedeyim. Muñez, profesyonel olarak ilk antrenmanına çıktığında teknik direktör kendisine karşı çok övülen bu genç hakkında şöyle diyordu: “Bu çocuğun teknikleri çok zayıf.” İşte bu filmde doğuştan yetenekli bir gencin keşfedilerek “aniden” bir yıldız oluşunu izlemiyoruz. Yalnız yetenekle değil azim, istikrar ve oldukça yorucu antrenmanlar sonucu başarılı bir futbolcu haline geldiğini izliyoruz. Sonuçta iş spor olduğunda o spora özgü teknikleri kullanmanın önemini görmezden gelmemek gerekir. İşte gerçek yaşamda da futbolcuları doğuştan yetenekli veya değil şeklinde sınıflarken geçtikleri süreçleri gözden kaçırıyor olabiliriz. Sabah erkenden kalkıp saatlerce ve günlerce yapılan antrenmanlar, sakatlık riskleri, özel yaşantılar, psikolojik olarak hazırlık ve binlerce insanın önünde en az 90 dakika sürecek bir performans sergilemek…

Elbette heyecanla bir maç izlerken bunları akıl edemeyebiliyoruz. Bu nedenle sevdiğimiz bir futbolcu bir gol kaçırdığı için başarısız olduğunu düşünebiliyoruz. Hatta bu futbolcunun bizler gibi bir insan olduğunu dahi unutabiliyoruz. Üstüne üstlük bu baskının da futbolcunun omuzlarında olduğunu aklımızdan çıkarabiliyoruz.

Futbol İle Sağlıklı İlişki Kurmak

Futbol ile aramızdaki bu ilişkiye farklı açılardan baktıktan sonra şunu sorabiliriz: Peki ne yapmamız lazım? Öncelikle burada yazdığım birçok şeyi farklı bir spor dalı açısından da okuyabilirsiniz. Bu tutkuyla takip edilen spor yüzme, basketbol veya dövüş sporları gibi birçok spor olabilir. Ancak hep değindiğim noktayı yinelemek istiyorum. Sahip olduğumuz o tutkuyu paylaşabilmek… Böylesine heyecan ve tutku yaşatan bir sporu izlerken öfkelenip üzüldüğümüz zamanlar pek tabii oluyor. Elbette ben de bu yazıyı bir uzman olarak değil yalnızca futbolsever bir psikolog adayı olarak yazdım. Şahsen durup bir düşündüğümde bu tutku ve heyecanı benimle aynı takımı destekleyen taraftarla olabileceği kadar sahada oynayan futbolcuyla ve hatta diğer takımların taraftarlarıyla da paylaşabileceğimi fark ettim.

Nihayetinde futbol böylesine büyük bir topluluk olarak paylaşabildiğimiz belki de tek tutku kaynağı olabilir. O nedenle öfkeli kalabalık yerine tutkulu topluluk arasında bu heyecanı yaşamayı tercih ederim. Peki siz hangisini seçerdiniz? Tercihinizi ve fikirlerinizi oldukça merak ediyorum. Kendimi ve sizi de bu merakla bir sonraki yazıya uğurluyorum. Heyecanın ve tutkunun eksik olmadığı günler dilerim sevgili okur.

Yazar: Damla Akkuş

Editör: Şevval Pektaş

Tavsiye Edilen Yazılar

Henüz yorum yapılmamış, sesinizi aşağıya ekleyin!


Bir Yorum Ekle

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir